Kuyunun Dibindeki Fosfor — Buşrâ el-Fâdıl

Yazan Cuma Tanık
0 Yorum 97 Görüntüleme 11 Dakika Okuma Süresi

Sa’d, kafasındaki ideal Sudan’ı somutlaştırdıktan sonra intiharına güçlükle yürüdü. Uzun süre kaldığı Avrupa’dan döndükten sonra Sudan’ın bu durumunu ilk defa deneyimlemişti. Öfkeli Gençler Hareketi’nin çalkantılı dönemlerinde Avrupa’ya göç etmişti. Um Durman’da, ünlü Erbain Caddesi’nde doğmuştu. Babası, Mezunlar Kongresi’nin açılışından öncesine kadar bile, kamusal yaşamın faaliyetlerine tutkuyla katılan zengin bir tüccardı.

Zaman geçtikçe, Sudan halkının haklı olarak tek temsilcisi olduğu Gençlik Devrimi’nin öfkesi zihninden silinip gitti.

Sa’d 1940’ta, siyasi kargaşanın olduğu zamanlarda aşağı Nil Vadisinde dünyaya geldi. İsmini, siyasi hareketin lideri ünlü Mısırlı politikacı Sa’d Zaglul’dan almıştı. Üniversite eğitimini bitirdikten sonra, düzenli bir işe bağlı olmak zorunda hissetmediği için yurtdışına gitmeyi seçti; daha büyük ve daha iyi şeyleri arzuluyordu. Avrupa Hippi Hareketine katılarak bu asi ve reddedici insan sürüsünün ham devrimci zevkleri içinde kaybolup gitti. Birkaç yıl içinde, adı kötüye çıkmış Marquise de Sade’nin sessiz bir yankısı olan “Sa’d” yerine “Sade” olarak adlandırıldığı hippi çevrelerinde muazzam bir ün kazandı. Sa’d aslında pek de değişmemişti. Zaman geçtikçe, Sudan halkının haklı olarak tek temsilcisi olduğu Gençlik Devrimi’nin öfkesi zihninden silinip gitti. Hal böyle olunca bu devrim kalın, dağınık, taranmamış ve kabarık saç klişesine indirgendi. O zamandan beri, tartışmasız bir uzman haline geldiği pipo ve bira içme, 60’ların müziğini dinleme gibi tuhaf alışkanlıklara boyun eğdi. Bu alışkanlıklara amansız düşkünlüğü Sa’d’ı, önceki fikirsel kaygılarının peşinden gitmesini engelledi.

Eski asi arkadaşları onu pek hatırlamıyordu. Sudanlı akrabaları, birçok aile üyesi ve yakın arkadaşı Sa’d’ı unuttu, ardından gür saçları dökülmeye başladı. Belki de Sa’d’ı içinde bulunduğu çıkmazdan bir çıkış yolu bulmaya iten şey buydu. Avrupa’ya gittiği son kırk yıldan bu yana çekirdek ailesine aralıklarla mektup göndererek arı gibi gezgin yaşamı, gideceği yeni duraklar ve medeniyetlerini yalayıp yuttuğu şehirler hakkında onları bilgilendirmişti. Ama verip alan arıların aksine Sa’d, seyahatleri boyunca elde ettiği bilgileri yalnızca kendine saklıyordu. Seksenlerde babası, doksanlardaysa kardeşleri, bazı arkadaşları ve hocalarının çoğu öldü. Bazı Sudanlı göçmenler Avrupa ülkelerine ulaşmadan önce uzun yıllar geçmişti. O zamana kadar Sa’d geçici olarak Finlandiya’ya yerleşti, sonra da bazı yurttaşları bu küçük ülkeye akın etmeye başladı. Gitgide büyüyen yalnızlık eğilimi yüzünden, yeni gelen göçmenlerin rahatsız edici soru seline karşı çileden çıkmıştı. İşte o zaman intihar etme fikri kalbini kemirmeye başladı. Her zamanki gibi inatçı olduğu için -türünün tek örneğiydi- belki de kimse onu niyetinden vazgeçiremezdi ve elbette en içteki niyetini kimseye açıklamadı. Böylece doksanların sonunda anavatanına dönmeye karar verdi.

Sa’d, yeni yılı vatan toprağında intihar ederek kutlamaya karar verdi. Birkaç değersiz eşyasını toplayarak, kendisi ve ilgilendiği şeyler tuhaftı bayağı, son istikametinin eskiden kervan güzergahı olan Derb el-Erbain’daki terk edilmiş bir kuyunun dibi olmasına karar verdi. Çad üzerinden Sudan’a girdi. Darfur’a ayak basar basmaz bölgenin güzel, yemyeşil manzarasını kucakladı. Her taraftan çölle çevrili olmasına rağmen, şehirleşmeden etkilenmemiş bakir bir ülke gibi görünüyordu. Dünyanın bu bölgesindeki en büyüleyici güzellikteki şeyin Darfur halkı olduğunu fark etti; yabancıları yürekten selamlama biçimleri ve gittiği her yerde karşılaştığı yemek ve çay davetleri onu cezbetmişti. Ama intihar planında kararlı olduğu için böylesi sıcak, karşılıksız ve dostane davetleri reddediyordu her defasında. Bu da muhtemel ev sahiplerini öfkelendiriyor ve alışılmadık deri ve dar kıyafetlerini tiksintiyle karşılamalarına neden oluyordu; bu yaratığın kendi dünyalarına ait olmadığına karar vermiş olmalılardı.

Avrupa’daki kitapçılardan elde ettiği haritaların yardımıyla Derb el-Erbain yolculuğuna başladı. İngiliz sömürgeciler tarafından çölde belirli yerlere konulan taşların yanı sıra askeri bölgelerin ve eski savaş alanlarının işaretlendiği haritanın bir kopyasını almıştı. -Nereden aldığını hatırlayamadığı- yırtık haritadaki bir nokta, Derb el-Erbain boyunca terk edilmiş eski bir kuyunun konumunun koordinatlarını gösteriyordu.

Eski haritaları, pusulası ve diğer ekipmanlarıyla birlikte farkında olmadan eski kuyunun kesin noktasından birkaç adım uzakta bir yerde durdu.

Sa’d, bu kadar uzun olacağını beklemediği yorucu bir yolculuktan sonra, terk edilmiş kuyunun yerine vardı ama karşısında bir kum denizinden başka bir şey yoktu. Eski haritaları, pusulası ve diğer ekipmanlarıyla birlikte farkında olmadan eski kuyunun kesin noktasından birkaç adım uzakta bir yerde durdu. Kuyuyu kazanların onu kumdan korumak için betonla çevrelediklerini tahmin etmemişti ta ki üzerinden geçip adımlarının yankısını duyana dek. Bütün geceyi burada geçirdi ve sabahın erken saatlerinden itibaren kuyunun yuvarlak kapağı görünene dek üzerindeki kumları silmeye başladı. Kapak hafif eğimliydi. Belki de tek kişi kolayca kaldırabilsin diye özellikle eğimli yapılmıştı. Sabrının sınırına ulaşan Sa’d sonunda kapağı kaldırdı.

Sa’d, beton duvarlara sabitlenen ve kuyunun en dibine inen demir bir merdivenden kuyunun yarısına kadar indi. Merdiven, her biri dikdörtgen şeklinde, bir ucu kuyunun duvarına yerleştirilmiş, çıkıntılı kısım ise dibe inmek için bir tutamağı temsil eden katı demir çubuklardan yapılmıştı. Sa’d adım adım kuyunun dibine doğru indi. Kırkıncı adımda sert, ince ve sarkık bir ipe rastladı. Yerel dilde buna benzer iplere salaba deniyordu. Aynı kelime çalıntı anlamında da kullanılıyordu. Son kırk yıldır bu kelimeyi kullanmak hiç aklına gelmemişti. Mırıldanarak, “Su seviyesine ineceğim, memleketimin suyundan bir yudum içeceğim, sonra bu ipe geri dönüp onu boynumda bir kement haline getireceğim,” dedi.

Kırk adım daha iner inmez Sa’d, kendisini birden suya batmış olarak buldu ve sonraki kırk saniye içinde bedeni tamamen kuyunun dibine düştü. Sa’d titizlikle planladığı intiharı karşısında afalladı çünkü karbondioksit Sa’d’ın canını almak gibi korkunç bir görev üstlenmişti bile. Ayakları kuyunun dibindeki çamura saplanmış dimdik ayakta duran Sa’d çoktan ölmüştü. Neyse ki hafızası henüz ölmemişti. Aktif hafızası vasıtasıyla, umutsuzca, bedeninden ayrılmış ruhuna hayat vermeye çalıştı ama beyhude. Hafızası yoluyla güçlükle sağa sola dönmeye çalıştı ama yine beyhude. Sa’d, ani ölümünü izleyen kırk saniye boyunca tamamen uyanık kaldı. Başına bir musibet geldiğinin farkındaydı. Hayatına böyle ani bir şekilde son vermeyi planlamamıştı; kendi iradesiyle ölmek istiyordu. Salaba ile kendini asmak istiyordu ama kuyu suyu ve zehirli gaz bu işi çoktan bitirmişti. Anlaşılan farklı bir tür salaba Sa’d’ın hayatını çalmıştı.

Sa’d’ın yüzü, ilkel bir fotoğraf stüdyosunda profesyonelce fotoğraflanmaya hazır gibi donakalmıştı. Sonraki kırk dakika içinde Sa’d, canlı hafızasıyla kişisel geçmişinin bir envanterini çıkardı. O an ailesine ve halkına nankörlük yaptığı kafasına dank etti; kendi hayatına son verme düşüncesi bir hataydı. Böyle bir karar ona ne kazandırabilirdi ki? Son kırk yılda biriktirdiği malumatları hemşerilerine ve arkadaşlarına aktarması nasıl mümkün olabilirdi şimdi? Aktif hafızasından “arkadaşlar” kelimesi geçtiğinde, Sa’d umutsuzca düşündü: “Arkadaşlarım? Um Durman’da beni hâlâ hatırlayan arkadaşlarım kalmış mıdır?” Tam o anda Sa’d, hafızasındaki Um Durman’ı anımsadı ve yıllardır ilk defa ağladı.

Büyük bir güçlükle eski şehrinin bazı sokaklarının isimlerini hatırlamaya çalıştı. Sa’d, bedenen Um Durman’a dönse, belki de ana caddelerinden hiçbirini tanıyamazdı. Bazı arkadaşlarının isimlerini hatırlamaya çalıştı: Halit, Hafız, Ali, Şevki, Mahcup, Salah…

Anavatanından uzak kaldığı uzun süre boyunca başkalarıyla girdiği tartışmaların tamamen sıradan, önemsiz ve anlamsız olduğunu idrak etmişti.

Sa’d’tan geriye kalan iki şey diri bir hafıza ve kuyunun paslı duvarına yapışmış iki göz bebeğiydi. Kuyu suyu temiz ve berraktı. Sa’d’ın hafızası sudan bir yudum almak istedi ama heyhat! İntiharın acısı ruhunu bu arafta sıkıştırmış olmalıydı. Kırk dakika daha geçmişti ki hafızası, anavatanının göğünde asılı duran ay gibi bir şeye dönüşmüştü. Bağımsızlık Günü’nden bu yana anavatanının başına gelenleri, ilk demokratik genel seçimleri, art arda gelen askeri darbeleri, kitlesel gösterileri, siyasi tutuklamaları ve sürgün hayatını hatırladı. Sa’d’ın sürgünü, modern yapılarıyla Avrupa’da hazır bir yurt aramak üzere gönüllülük esasına dayanıyordu ve bir vatanın ancak halkı ve hayvanlarıyla özellikle de koyunlarıyla var olabileceği aklından çıkmıştı bir kere. Anavatanından uzak kaldığı uzun süre boyunca başkalarıyla girdiği tartışmaların tamamen sıradan, önemsiz ve anlamsız olduğunu idrak etmişti. Siyasi partilerin, bağımsız liderlerin ve askeri darbelerin durumunu değerlendirdi ve bir süre sonra, ülkesine karşı kayıtsız kalmasının yanlış olduğuna kanaat getirdi.

Kırk saat geçtikten sonra Sa’d’ın hafızası, Afrika kıtasının üzerinde asılı duran bir aya dönüştü ve gezegenin içinde bir kütle gibi görünen ülkesine baktı. Bu noktadan, Sa’d’ın hafızası, kuyunun dibindeki derin girintilerden çıkan, yıllarca unutulmuş, bir vatanın sınırları içinde gizlenmiş, kıtanın bir parçası haline gelmiş kişisel ıstıraplarına hitap eden bir kıtaya dönüştü. Birden, Sa’d’ın donakalmış hafızasından emsalsiz bir hoşgörü seli yayıldı. Hayatına son verme kararı önemini yitirmiş ve artık her şey için çok geç kalınmıştı. Sa’d’ın kırk yıl kadar önce anavatanından ayrılışı, terkedilmiş kuyunun duvarına yapışmış ve gözleriyle istemsizce belli belirsiz yosunların uçsuz bucaksız hiçliğini gözetleyen bu gergin beden söz konusu olduğunda oldukça nafile görünüyordu. Sa’d, saf bir hafızaya dönüşmüştü.

Kırk saat sonra Sa’d’ın belleği, gezegenlerin ve ayların üzerinde asılı duran bir güneşe dönüştü. Akabinde anavatanı, berbat kuyunun derinlerinde vücudunun kapladığı alandan daha büyük olmayan küçücük bir alana dönüştü. Sa’d’ın varoluşsal sorunları zihninde apaçık belirdi. Aceleyle intihar kararını vermeden önce, başını sallayacak ya da sadece başını çevirecek kadar zamanı olsaydı, belki de kararını tamamen geri alırdı ama yazık ki kaderi çoktan mühürlenmişti.

Sa’d’ın sonraki kırk saat boyunca durmadan hatırladığı intiharı, kendisine apaçık bir azap gibi geldi. Yaşam deneyimlerinin tamamını birkaç saat, sonra birkaç dakika, hatta saniyeler içinde defalarca tekrar etmeye devam ederse, anlatabileceğini fark etmemişti. Hafızası nano mıknatıslar gibi çalışmaya başladı: gizli, zar zor algılanabilen, ancak sonsuzluğu kapsayan bir hafıza.

Kırkıncı günün sonunda, Sa’d’ın hafızası etrafında sonsuz sayıda galaksinin döndüğü koca bir kara delik haline gelmişti.

Kırk gün akıp gittikten sonra Sa’d’ın hafızası el-Erbain Caddesini, altmış yıllık hayatını, diasporada heba olan kırk yılını ve Derb el-Erbain’i tamamen unuttu. Hafızası, etrafında dönen milyarlarca güneş sistemiyle galaksinin kalbindeki kara deliğe benzer bir şeye dönüştü. Sonuçta hafızası, gezegenin büyük bir parçası olan büyük bir kıtada, cinlerin cirit attığı bir yerde terk edilmiş bir kuyunun içinde hapsolmuştu. Kırkıncı günün sonunda, Sa’d’ın hafızası etrafında sonsuz sayıda galaksinin döndüğü koca bir kara delik haline gelmişti. Hafızası boş bir benliğe dönüştü, ne olup bittiğine dair hiçbir şey bilmiyordu, ama bunun tamamen önemsiz ve ölçülemeyecek kadar küçük olduğunun tamamen farkındaydı. 

Hayatın özü zannettiği geçici lezzetlere kanarak, Avrupa’ya sığınmak gibi tehlikeli bir karar aldıran neydi ona? Um Durman’daki evlerinin bahçesinde gördüğü büyüleyici güzellikten neydi onu uzaklaştıran? Kendi ailesinin nazik ve sevecen bireylerinin vücut kokularıyla karışmış o büyüleyici çiçek kokusu! Annesinin, kayıp yılların ardından yükselen sıcacık sesi! Yolculuğundan önceki son gün, annesinin ona veda eden insancıl bakışları! Bütün bunlar ona böylesi büyük bir hata yapıp intihar etmesine nasıl izin verdi? Sa’d’ın hafızasından geriye kalan, tüm evreni yutmak istercesine gittikçe genişleyen dipsiz bir azap ve yürek yakan bir ağıtın içinde upuzun kalmaktı. Evrensel karbon döngüsüyle bütünleşmenin son adımından hemen önce Sa’d’ın hafızası en sevdiği şairin dizelerini hatırladı ve sessizce mırıldandı:

“Kuyunun dibindeki çamur gibi olduk, su yüzeyindeki yüzümüzü göremez olduk.”

Dizeyi bitirir bitirmez Sa’d’ın hafızası patlayarak milyonlarca küçük parçaya bölündü ve fosfor ve diğer organizmalardan oluşan karışık hücrelerden bir kaos haline geldi. Tam o anda Sa’d, gerçek intiharı olan büyük bir gök gürültüsü duydu; kuyunun dibinden hava kabarcıkları yükseldi ve dışarıdaki havanın dokusuna karıştı. 

Sa’d’ın ölümü eksiksiz ve kusursuzdu. Sevdikleri, aile üyeleri, arkadaşları ve tanıdıkları onun ölümünden hiçbir üzüntü duymadı. Cenazesine kimse katılmadı. Gidişine kimse üzülmedi. Yeryüzündeki varoluşu mutlak bir hiçliğe dönüştü. Ve eğer bize bu nihilist ve kasvetli hikâyeyi anlatmak için gönüllü olan bu kozmik anlatıcı olmasaydı, Sa’d’ın trajik hikâyesini anlatmak olanaksızdı.


Buşrâ el-Fâdıl; 1952 Sudan doğumlu yazar ve şair. Rusya’da Rus Dili eğitimi üzerine doktorasını tamamladı. Hartum Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Rusça dersleri verdi. Doksanlarda Ömer el-Beşir’in askeri darbesinin akabinde çıkan protestolar konusunda üniversitedeki hoca ve öğrencilerle fikir ayrılığı yaşadığı için görevinden ayrılıp Suudi Arabistan’a göç etti. Fevḳa Semāʾ el-Bender öyküsüyle 2011’de Tayyip Salih Kurgu Ödülüne; 2017’de ise Ḥikāyetu’l-bint’i-lletî Ṭāret ʿAṣāfîruhā öyküsüyle Afrika Caine Ödülüne lâyık görüldü.

Arapçadan çeviren Cuma Tanık

*Öykümen‘in 2. Sayısında yayımlanmıştır.

Bir Cevap Yazın

Bu web sitesi, deneyiminizi geliştirmek için çerezleri kullanır. Bunu kabul ettiğinizi varsayacağız, ancak isterseniz devre dışı bırakabilirsiniz. Kabul et Daha fazla bilgi

-
00:00
00:00
Update Required Flash plugin
-
00:00
00:00
%d blogcu bunu beğendi: