Önüme bir tomar beyaz kâğıt, bakır bir mürekkep hokkası ve komşumun ördeğinden kopardığım bir tüy koydum. Bir mum yaktım ve masanın ortasına sabitledim. Çenemi parmak uçlarıma, dirseklerimi ise masanın kenarına dayadım. Tamamen çıplaktım. Ensemden kalçama doğru ter damlacıkları akıyordu. Boşalan terlerin hissi geçer geçmez başka damlacıklar yine ensemden aşağıya bir yolculuğa başlıyordu. Nefesimi tutarak ilhamın gelmesini bekledim. On dakika, yarım saat, bir saat… İlham falan gelmedi. Bedenimden kötü bir koku yayıldı, kıçım terden ve ağırlığımdan bitap düştü. Mumu umutsuzca söndürdüm, vantilatörü açıp kendimi yatağa attım.
Uykudan yorgun argın uyandım. Doldurulmuşlardır diye kâğıtlarıma baktım lâkin bembeyazdılar; mucizeler çağı bitmişti. Sendeleyerek banyoya doğru yürüdüm. Ayakta çiş yaparken, sarımsı idrar çizgisini anlamsız bir şekilde izlemeye daldım. Duşun altına girdim, gözlerim kapalı sıçrayan ve kirli bedenimle savaşan suyun sesini dinledim. Arşimed’e ilham geldiğinde o da çıplaktı, ama ne yazık ki ben küvet lüksüne sahip değilim.
Gece vakti sarkık penisimle oynayıp dul komşumla telefonda konuşurken saat neredeyse onu bulmuştu. Kısık sesle misafirlerinin olduğunu söyleyip özür diledi. Ben de sunturlu küfürlerle karşılık verdim. Sonra da telefonu yüzüme kapattı. Aklıma bir fikir gelsin diye enerjimi boşaltmaya ihtiyacım vardı. Akşam yemeğini yemek için evin içini dolaştım, ağzımdaki lokmayı yutmak için kendimi zorlarken, acıkmış kan hücrelerimin her taraftan mideme baskı yaptığını hissediyordum; bulduğum tek şey bir dilim soğuk peynir ve kuru ekmek parçalarıydı. Gülmekten yarıldım.
Ertesi gün öğlen vakti, kafenin en sevdiğim köşesine oturdum. Olanı biteni izlemek için her zaman en arka masalara oturup saatlerce insanları, garsonun hareketlerini, müşterilerin siparişlerini alma yöntemini, bileğindeki metal bilekliğin şıngırtısını, siparişleri masaya bırakırken masaya değen yüzüklerinin sesini izliyordum. Kalın sakalına ve somut bir kanıt olmamasına rağmen gey olmasından şüphelendim. Bir bardak suyu boş mideme indirdim. Sırtımı alt bölgede hissettiğim ağrıdan dolayı çatırdattım. Önceki gece çok stresliydim; hiç uyumamış, gece boyunca beyhude çalışmıştım. Kullanılmamış bir sürü boya kutusunu evimin duvarına yığarak eski bir fırçayla duvarı rastgele boyamaya başlamıştım. Renkler birbirine karışmış, ortam sarhoş edici bir boya kokusuyla dolmuştu. Sonra da elimde kâğıt ve kalem, muralın önünde kıpırdamadan oturmuştum. Aklıma bir fikir gelir diye gözlerimi renklerin üzerinde dolaştırmıştım. Yaptığım bu çalışma, sürrealist sanatın bir parçası olsaydı, belki de eleştirmenlerin övgüsünü kazanabilecek ve Avrupa müzayedelerinde en pahalı fiyata satılabilecekti.
Üst üste binen renkler dikkatimi dağıttığı için düşüncelerin benden uzaklaştığını tahmin ettim. Sonunda duvarı tek renge boyamaya karar verdim. Önümdeki beyaz, kırmızı, mavi itişip kakıştı. Kavga eden maymunlarıyla, atılgan ceylanlarıyla, tembel aslanlarıyla ve dans eden kabileleriyle Afrika’nın bütün ormanları önümde belirir umuduyla koyu yeşili seçtim. Ama yeşil renk, boyaya yapışmış talihsiz bir sinekten başka bir şey göstermedi. Sineğin ölmesini bekleyerek öylece kalakalmıştım.
Kafenin ziyaretçileri gitgide arttı. Yaratıcılık trenini çoktan kaçırmış yaşlılar, klasiklerle tıka basa dolmuş eleştirmenlerin beyinlerine eserlerini sıkıştıracak yer bulamayan genç yetenekler, her lafın arasına erkeklik organını karıştıranlar, bir sığınak arayanlar, pis kokuları burunları dolduran bohemler ve üç romanı, nehre atılan bir taşın sesinden başka ses getirmeyen ben. Sırtımın ağrısı gittikçe artıyordu. Aptalca tavsiyesi için Dan Brown’a lanet okudum. Önceki gün -okuduğum bir yazısında tavsiye ettiği gibi- kapı eşiğinde amuda kalkmıştım. Aptal adam bu pozisyonun akla fikirler getireceğini iddia ediyordu. Ama yaptığım hareket sadece başımı döndürmüş, sırt üstü düşmüştüm. Kırklı yaşlarındaki bir erkeğin onuruna yakışmayacak bir biçimde aşağılanmış hissettim.
Gözlerimi iş arkadaşım Abdurrauf’tan kaçırmama rağmen her zamanki inatçılığıyla gelip masama yapıştı. Birbirimize yalandan sarıldıktan sonra sohbete başladık. Bir entelektüel olarak, meslektaşınızla konuşurken göğsünüzü şişirmeli, boşluğa bakar gibi uzaklara dalmalı, bilge bir Çinli gibi bir an sessiz kalmalı ve sonra asimilasyon, özdeşleşme, Afrikanizm ve Anglosaksonizm gibi birkaç kelime söylemelisiniz.
Telefonumu cebime tıkıştırırken, Facebook’ta gördüğü komik bir şeyi hatırlamış biri gibi sordum, “Yazmak için ilham gelmiyor mu artık?”
Bana uzun uzun baktı ve, “Tabii ki hayır! Bildiğin gibi gerçek bir yazara gelen ilham asla kesilmez. Ben yılda iki kitap yayımlıyorum da sen yazma sıkıntısı mı çekiyorsun?”
İsabetsiz bir oktan kaçar gibi sırtımı sandalyeye yasladım: “Kesinlikle hayır! Ama genç bir yazar, benden bu hastalık için bir ilaç talep etti.”
Ellerini kenetledi, sonra da, “Hemingway ve Roth, yazma tutukluluğundan kurtulmanın tek yolu, sürekli yazmaktır der.”
“Doğru!” dedim, ona ve Hemingway’e olan öfkemi gizleyerek.
Abdurrauf genç bir kadın şairin kafeye girdiğini görene dek konuşmaya devam ettik. Sonra da ansızın sohbeti kesti, gazlı içeceğimi kaparak kadına doğru koştu.
Yüzüklü garsondan bir içecek istedim. Kalemimi çıkardım ve kahveyi yudumlarken beyaz kağıtlarla didişmeye başladım. Fincanım boşalır boşalmaz garson başka kahve getiriyordu. Büyük yazar Voltaire’in yazarken kırk fincan kahve içtiğini okumuştum. Bugün onun bu rekorunu kırıp yazma tutukluluğumu bitireceğim. Onuncu fincana ulaştığımda garson kuşkulu gözlerle bana bakıp, “Hocam, daha fazla kahve isteğinizden emin misiniz?”, diye sordu.
On beşinci fincanda uzuvlarımdan bütün bedenime hızlıca yayılan bir uyuşukluk hissettim. Lanet olası masa etrafımda dönmeye başladı. Midem kasıldı. Kahveyle karışık kusmuğumu masaya ve gömleğime boşaltan boğazıma hakimiyetimi tamamen kaybettim. Her kusmuğu utanç verici bir gaz patlaması takip ediyordu. Ruhu havada süzülüp, bedeninin trajedisini izleyen biri gibiydim. İnsanlar yardım etmek için etrafımda toplandı. Genç bir sarhoş adamın telefonunu çıkarıp olayı tweetlemek ya da berbat durumumu bir hikâyeye malzeme yapmak için kaydettiğini gördüm. Sonunda nefes alıp verebildim ve kalbim düzenli olarak atmaya başladı. Beni hastaneye ya da evime götürmeyi teklif etseler de olduğum yerde toparlanmayı tercih ettim. İnsanların bakışları yavaş yavaş benden uzaklaştı. Sonunda yine boş bir akıl ve bembeyaz kağıtlarla masamda kalakaldım.
Kafası tavandan birkaç parmak yüksekte bir dev, kapının içinden zar zor geçerek kafeye girdiğinde işler tehlikeli bir hâl almaya başladı. Ona yüksek ve boğuk sesli, sert ve erkeksi kahkahalarıyla yaşlı bir kadın eşlik ediyordu. Etraftakilerin bakışını görmezden gelip masamın dibinde durdular! Kadın dev adamı, ağırlığını zar zor taşıyabilecek iki koltuğa oturtup karşımdaki sandalyeyi çekti, sol elini erkeğinin kalçasında aşağı yukarı gezdirip sağ eliyle bir sigara yaktı.
Boğazımı temizleyip, “Siz kimsiniz?”, diye sordum.
“Ben Bint Meczub, bu da Esteban”, dedi, titrek bir sesle.
Aval aval ikisine gözlerimi diktim. Bint Meczub, yetmişine yaklaşmasına rağmen hâlâ güzelliğini koruyan, esmer tenli, orta boylu bir kadındı. Bu arada, güçlü bir yapıya ve kibar, çocuksu yüzüyle Esteban, tanışılabilecek en uzun adamdı. Bol paçalı bir pantolon ve ince keten bir gömlek giymişti. Elleri büyük, yumuşak ve kızarıktı. Yüz hatları tıpkı ismi gibi Latinlere benziyordu.
Bint Meczub işveli bir sesle garsona seslenerek dev adam için süt, kendisi içinse çay sipariş etti sonra da Esetaban’a göz kırparak, bir erkeğe yakışmayacak şekilde kıçına şaplak attı.
Esteban bardağını tek yudumda bitirirken, Bint Meczub çayını höpürdeterek içiyordu.
“Kimsiniz, ne istiyorsunuz?”
Bint Meczub, “Sen yazar değil misin? Tanımadın mı bizi? Ben, Tayyib Salih’in Kuzeye Göç Mevisimi’nden Bint Meczub. Bu da Esteban, Gabriel García Márquez’in Dünyanın Boğulmuş En Yakışıklı Adamı kitabından”, diye karşılık verdi.
Şaşkınlıktan ağzım açık kaldı. Hayal görmediğimden emin olmak için masa altından kalçamı çimdikledim.
“Aptalca bakmayı bırak. Söylediklerimin doğru olduğuna evliliğim üzerine yemin ederim. Ben de senin gibi bir kitabın iki kapağı arasında hapsedilmiştim ama bir hile ile mürekkep ve kâğıdın pençelerinden kurtuldum. Sonra da dünyayı dolaştım ve sevgilim Esteban’la karşılaşana değin birçok erkekle tanıştım. Esteban önceki sekiz kocamı ve anlamsız maceralarımı unutturdu bana. Onda beni etkileyen bir güven, bir güç var.”
Kadın, tam da okuyup hayal ettiğim gibi ahlaksız, çenebaz ve can sıkıcı biriydi. Esteban ise uysallıkla ellerine bakmakla yetindi.
Kadının sözünü keserek, “Benden ne istiyorsun?”, dedim.
“Gezinirken sana rastladım ve sana acıdım canım. Tanınmamış bir yazarın sıradan bir hikayesine hapsolmuşsun. Sen de bizim gibi bir yazarın parlak fikirlerinden çıkan bir karaktersin ama ne yazık ki senin yazarın, ünü olmayan tecrübesiz birisi olduğu için hiç kimse senin hikayeni okumayacak. Çık artık bu zindandan. Dışarıdaki dünya çok geniş, ben nasıl bu sevgilimi bulduysam sen de seni mutlu edecek bir şeyler bulursun.”
Kadın, içimde büyük bir kaos yarattıktan sonra Márquez’in dilsiz bıraktığı sevgilisinin elinden tutarak sürükleyip çıktı.
Aynaya doğru sendeleyerek yürüdüm, aynada kızgın ve donuk bakışlarla bana bakan kel bir kafa, büyük ve çirkin iki göz gördüm. Yüzümü hiç sevmemiştim. Büyük Okyanusun kıyısındaki bir turist gibi o süslü gömleği giymekten hoşlandığımı kim söyleyebilir! Yakamdaki kalemi kaptığım gibi uzağa fırlattım ve bana Hitler bıyığı vermekten daha iyi bir fikri olmayan, bana dul kadının sarkık, itici vücuduyla defalarca seks yaptıran, beni ailesiz ve dolayısıyla çocuksuz bırakan, yazmada zorluk çeken, evim ve kafe arasında sefil bir dünyanın içinde kendi etrafında dönen biri olarak kurgulayan yazara, sonra da soğuk içeceğimi çalıp, tavlamak için genç kıza koşan Abdurrauf’a küfrettim. Yumruğumla aynayı kırdım, bir damla bile kan dökülmedi. Sonra da kafeyi bir fırtına gibi terk ettim ve kötü bir hikâyede yan karakter olduklarının farkında olmayan bu aptalların hepsini sandalyelerine çiviledim. Bundan böyle pranga yok; başka dünyalar aramak için bu sayfaları terk edeceğim. Bir Firavun, bir Tibet keşişi hatta bir Fransız genç olabilirim; o zaman tüm heveslerimi tatmin edecek ve hayatın tüm zevklerini yaşayacaktım. Bundan sıkıldığımdaysa bulutların üzerinde süzülecek, yazma tutukluluğu olan şansız bir ruhu kurtaracak, beyninde onu delilikten ve amuda kalkmanın utancından kurtaracak bir fikir uyandıracaktım.
Arapçadan çeviren Cuma Tanık
Mohammed Hassan Al-Nahat kimdir?
1990 Sudan doğumlu öykü yazarı ve doktor. Tayyib Sâlih ve Necip Mahfuz Öykü Ödülleri başta olmak üzere birçok prestijli ödülün sahibi oldu. Eserleri eleştirel övgüler aldı. “Broca Alanı” öyküsü Eylül 2020’de Afrika Boynuzu’nun en prestijli ödüllerinden Muhammed Said Nâvid Öykü Ödülüne layık görüldü.
* Broca alanı veya Broca bölgesi insansı beynin ses üretimiyle bağlantılı işlevleri yürüten bir bölgesidir.